18 Mayıs 2015 Pazartesi

70 yılın acısı

“Ben daha küçük çocukken bizi Kırım’dan alçakça sürgün ettiklerini ve Sovyet iktidarının iyi olmadığını biliyordum…
… Özbekistan’da ciddi propaganda faaliyetleri yapmışlardı – Kırım Tatarları geliyor, onlar vatan hainleri, onlar yüzünden sizin babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, bacılarınız öldü diye.  Trenden indiğimizde bize taş atıyorlardı. Gerçi sonra fikirlerini değiştirdiler ve düşünmeye başladılar: tren istasyonundakiler kadınlar ve çocuklardı, onlar nasıl vatan haini olabilir ki?...

…Stalin öldüğünde bizi bir sıraya topladılar. Her kes ağlıyordu – çocuklar da, öğretmenler de.  Birden bizim sınıf birincisi olan Rişat Bekmambetov  dedi: “Çocuklar, bakın, biz Kırım Tatarlarından başka her kes ağlıyor. Ben evden soğan getirdim, gelin gözümüze sürelim, yoksa ebeveynlerimizi tutuklarlar…
…İnsan uzun süre bir yerde yaşadığı zaman alışması kaçınılmaz oluyor, ister-istemez bir bağ oluşuyor.  Ancak benim Özbekistan’a böyle bir duygum yok. Özbekistan bana sadece Taşkent cezaevini hatırlatıyor – beni hapsettiklerinde önce oraya göndermişlerdi. Oldukça aşağılıktı davranışları…
…1973 senesinde - ilk kez Kırım’a gittiğimde uçakta yanımda bir kız oturuyordu. Havalimanında bana “Bizim Simferopol nasıl?” diye sordu. Ben de ona “Bizim Kırım nasıl?” diye cevap verdim…”
Kırım Tatarlarının sürgününü, Kırım Türklerine yapılan zulmü hayatının her anında, yüzünün her çizgisinde yaşayan efsanevi liderin – Mustafa Abdulcemil Kırımoğlu’nun sözleri bunlar…

O kadar zulme rağmen Kırım’dan başka, Kırım’dan güzel vatan tanımayan; o kadar işkenceye, kötülüğe rağmen kötülük yapmamayı, insan öldürmemeyi, kan dökmemeyi ilke edinen; o kadar esarete rağmen özgürlükten hiç vazgeçmeyen insanlar - Kırım Tatarları, büyüğünden küçüğüne hepsinin hayatına damgasını vuran o kara günün – 18 Mayıs sürgününün 70.yıldönümünü anıyor bugünlerde.  Rusya’nın Kırım’ı işgaline karşı dik duruşlarıyla dünya gündeminde daha fazla yer bulan Kırım Tatarlarının yaşadıklarından sıkça bahsediliyor bugünlerde.  Mustafa Kırımoğlu dünyayı dolaşarak halen daha o sürgünün acısını yaşayan, halen daha sırtını düzeltemeyen ve üzerine işgal yaşayan Kırım Tatarlarının derdini anlatıyor.  Dünya basını Kırım Tatarlarının ve Kırımoğlu’nun yaşadıklarını öğreniyor, yazıyor. Kırım Tatarlarının dramından bahseden ilk sinema filmi Haytarma Türkiye de dahil, dünyanın farklı ülkelerinde yayınlanıyor. Dünya, 70 yıl sonra Kırım Tatarlarının dayanılmaz acısıyla tanışıyor…

Bir kez daha o karanlık tarihe dönelim – ne oldu o günlerde Kırım’da?
Yüzde 46’sı 18 Mayıs 1944'te başlayan sürgün yolunda ölen Kırım Tatarlarının yaşadığı dramı araştıran tarihçi Gülnara Bekirova geçtiğimiz günlerde arşivindeki bazı belgeleri ve hatıraları okurlarıyla paylaştı.
Yazısına Rus Yazar, Kırım Tatar Milli Harekatında yer alan siyasi tutuklu Grigori Aleksandrov’un “Sürgün yılları” adlı kitabından alıntılarla başlıyor  Gülnara Bekirova: “Arzı üç gürültücü ve huzursuz erkek çocukla iki sessiz ve nazik kız çocuğu doğurmuştu. Daha fazlasını yapamadı. Savaş başladı.  Kasvetli günler ve uzun geceler bir-birini izliyordu. Bekir’i orduya çağırdılar ve bir ay sonra Arzı üçgen şekilli bir mektup aldı. Mektubu açtı ve okudu: “Sizin kocanız bizim Vatanımızın özgürlüğü ve bağımsızlığı için savaşta öldü”… Sonra almanlar geldi. Sonra ise 18 Mayıs 1944, Perşembe…Sürgün…”

Gülnara Bekirova, “Grigori Aleksandrov,  uzun yıllar Özbekistan’da Kırım Tatarları ile omuz-omuza yaşamış, milli harekata yardımcı olmuş bir isim. Ve bu halkın trajik kaderini kulaktan duyma değil, bizzat tanıklık ederek öğrendi” diye tanıtıyor yazarı ve alıntılarla devam ediyor: “…Küçük oğlu vagonda öldü. Arzı uzun süre onu defnetmelerine izin vermedi, ancak Kazakistan’da küçük bir istasyonda çocuğun cesedi şişip kararınca oğlunu yaşlı bir Kazak kadına verdi. O da oğlanı Müslüman geleneklerine göre defnedeceklerini vaat etti…Bu ilk kaybıydı, ancak sonuncu değildi: kızları sonbahara kadar yaşayamadı, ardından oğlu Celil gitti. Üç sene önce 7 kişiydiler, şimdi ikisi kalmıştı – o ve oğlu Rasim. Ama zavallı anne sonuncu evladını – Rasim’i de koruyamadı…”
Hikayenin sonunda Arzı akli dengesini kaybediyor ve ölüyor. Grigori Aleksandrov,  hayatın beş çocuğunu ve kocasını elinden alan korkunç acımasızlığını kaldıramadığını ve Arzı’nın hikayesinin bir edebi mübalağa değil, 1944 faciasını yaşayanların korkunç gerçeği olduğunu yazıyor.
Gülnara Bekirova, Ninel Osmanova adlı bir Kırım Tatarının hatırası ile sürdürüyor yazısını: “18 Mayıs 1944’te şafak vakti kapının yüksek sesle vurulmasına bütün aile uyandı. Annem yataktan kalkmaya fırsat bulmadan kapı kırıldı ve elinde otomatik silah olan Sovyet askerleri evden dışarı çıkmamızı emretti. Annem ağlayan çocuklarını toplamaya, askerler ise süngüyle bizi dışarıya itmeye başladı. Annem bizi kurşuna dizmeye götürdüklerini düşünüyordu. Dışarı çıktığımızda bizi bir arabaya doldurdular ve köyün dışına çıkardılar. Orada köylülerimizi gördük. Askerler bazılarına onları kurşuna dizmeye değil de, sürgüne götürdüklerini söylemişlerdi…
Ninel’in anlattığına göre, askerler onların bir torba buğday dışında bir şey almalarına izin vermemişlerdi. Onlar yol boyu bu buğdayı yemişlerdi. Hayvanların taşındığı vagonlara bindirilmişlerdi: “O kadar kalabalıktı ki, insanlar ayaklarını kıpırdatacak yer bulamıyorlardı.  Tren durduğunda ateş yakıp su arıyorlardı.  Bazıları su bulup trene yetişebiliyordu, yetişemeyenler kayboluyordu. Ölenleri yolda trenden atıyorlardı, defnedilmelerine izin vermiyorlardı…”

Ninel’in ailesini Özbekistan’ın Namangan vilayetinin Uç Kurgan iline götürerek her köşesinde bir aile olan eski bir saraya götürmüşler. Dayanılmaz sıcakta kokmuş, içinde solucanlar olan su içmek zorunda kalmış susuzluktan yanan çocuklar. Ve bir felaket daha – hastalıklar, toplu ölümler başlamış: “Benim babaannem, kardeşlerim sürgünün ilk aylarında – 1944 senesi sona ermeden öldüler. Annem üç gün o sıcakta kendinden geçmiş halde ölen kardeşimin yanında yattı. Sonra büyükler onu gördü ve hastaların yattığı barakaya kaldırdı”.
Tek başına kalan Ninel, açlıktan ölmemek için yedikten sonra midesinde korkunç bir acı hissettiği yoncayla ve diğer otlarla beslendi.  Ve bu günlerin birinde mucize gerçekleşti – Ninel’in savaştan dönen babası onları buldu.
“Ninel şanslılardandı” diyor Gülnara Bekirova ve diğer tanığın – Kırım Tatar Milli Harekatının aktivistlerinden Ayşe Seyitmuratova’nın anılarını paylaşıyor:  “Annem çocuklarını yedirmek için pazarda eşyalarını satmak zorunda kalıyor. Hiçbir şey satamıyor. Birden yaşlı bir adam anneme yaklaşıyor ve üzerindeki kadife elbisenin karşılığında bir kova darı unu verebileceğini söylüyor. Annem düşünmeden elbiseyi çıkarıyor ve bir gömlekte kalıyor…”
…Kırım Tatarları, yaşadıkları acıları sakin ve yalın bir dille, abartmadan ve bağırmadan anlatan onurlu insanlar.  Özbekistan’da onlarla birlikte yaşayan psikoloji uzmanı Lyudmila Petranovskaya’nın yazdığı gibi: “Onların ulusal travmalarına yaklaşımı beni şaşırtıyordu. Travma korkunçtu. Bu halkın sürgün sırasında verdiği kayıplar soykırım tanımına uygun. İnsanlar, özellikle çocuklar ve yaşlılar yollarda ve atıldıkları çöllerde hastalıklardan, açlıktan öldüler. O yıllarda yakınını kaybetmeyen tek bir aile yok. Bizde bunu çok az insan konuşuyor ve biliyor. 20.yüzyılda travma yaşamayan aileler ve halklar çok azdı. Orada – Taşkent’te çoğu bizimle yan-yana yaşıyorlardı ve yaşadıklarıyla ilgili çok az, çok zor konuşuyorlardı. Kırım tatarları ise kendi trajedilerini açık ve basit şekilde anlatıyorlardı. Onların anlatımında Çeçenlerin sertliği, Yahudilerin ve Rusların mağduriyeti, Ermenilerin kendi acıları içindeki kasvetli izolasyonu yoktu.  Üzüntü ve acı bir hedefe – güçlü ve aydınlık geleceğe yönelmişti. “Bizim ölülerimize kendi evimize dönmek, onların da anısına kendi topraklarımızı sevmek gibi borcumuz var” hedefine…”

…Sovyet İttifakının dağılması ve Ukrayna’nın bağımsızlığa kavuşmasıyla birlikte Kırım Tatarları o hedefe zor da olsa kavuştular. Ancak daha kendi topraklarına yerleşemeden,  o toprakları sevmeye doyamadan bir işgalle daha karşı-karşıya kaldılar. Kendi Vatanlarında “yabancı” oldular…
Gönül Şamilkızı - TRT Türk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Blogda Ara